
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanan genelge ile 2023, ‘Âşık Veysel Yılı’ olarak kutlanacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Resmi Gazete’de yer alan genelgede, aşıklık geleneğinin en önemli temsilcilerinden olan büyük halk ozanı Âşık Veysel’in, yalın bir Türkçe ile ortaya koyduğu eserlerinde hüznün yanı sıra yaşama sevinci, doğa ve insan sevgisi, dostluk, birlik ve beraberlik üzerine gelecek nesillere kıymetli dizeler armağan ettiğini hatırlattı Âşık Veysel, çok sevdiği Atatürk ile tanışmak, huzuruna çıkıp Cumhuriyet’in 10’uncu yılı vesilesiyle yazdığı ‘Cumhuriyet Destanı’nı okumak için Sivas’ın Sivrialan Köyü’nden Ankara’ya 3 ay boyunca kara kışta yürüdü. Ne var ki Atatürk’e ulaşması mümkün olmadı. Daha sonra Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu günlerin birinde Âşık Veysel’i radyodan dinleyen Atatürk, “Bu aşığı bulun getirin” şeklinde talimat verdi. Ne var ki Âşık Veysel, radyoya telefon edilmeden birkaç dakika önce binadan ayrılmıştı.
Sivas’ın Sivrialan Köyü‘nde karnı burnunda bir kadının koyun sağmaktan dönerken aniden doğum sancısı tuttu.
Gülizar Hatun; çevredeki birkaç kadının yardımıyla bebesini oracıkta, yol kenarında doğurdu.
Gülizar Hatun ile çiftçi Ahmet Efendi için Veysel adını verdikleri oğulları, Ali’den sonra yine yeni bir umut, çiçek hastalığından kaybettikleri çocuklarının acısına az biraz da olsa merhemdi.
Ne var ki umut fazla uzun sürmeyecek, merhemin etkisi kısa süreli olacaktı.
7 yaşındaki Veysel, o gün çok mutluydu.
Yeni kıyafetini gösterip mutluluğunu paylaşmak için komşuları Muhsine Hatun’un evine nasıl da koşa koşa gitmişti.
Aynı şekilde koşa koşa evine dönerken bir anda gözleri karardı, bastığı yer altından kayıp gitti.
Daha önce iki çocuğunu çiçek hastalığından kaybeden Gülizar Hatun ile Ahmet Efendi, 1901’de yeniden baş gösteren salgın nedeniyle yeniden tarifsiz acılara büründü.
Yeni kıyafetinin keyfini yaşayamayan Veysel, küçük bedeniyle yatağa hapsolmuştu.
Melun hastalık, gözlerini almadan da yakasını bırakmadı.
Ahmet Efendi, oğlu Veysel’i ‘Kırlangıç Uşağı’ takma adlı seyyar göz doktoruna gösterdi. Doktor, sol gözünün tamamen kapandığını ama sağ gözünün ise ışık aldığını belirterek tedavi olabileceğini söyledi.
Ne var ki yoksul Ahmet Efendi’nin tedavi masraflarını karşılayacak parası yoktu. Sağ gözünün açılması için babasının sağdan – soldan para bulmaya çabaladığı Veysel, günlerden bir gün ahıra girdi.
Bağlı olan öküz bir anda kafasını salladı. Olmaz olasıca boynuzunun, tedaviyle açılabilecek olan sağ gözüne denk gelmesiyle Veysel’in dünyası bir daha aydınlanamayacak şekilde karardı.
Sol gözünden sonra sağ gözünün de açılma umudu kalmamasıyla Veysel, her geçen gün biraz daha içine kapanık bir ruh haline büründü.
Ahmet Efendi, şiire meraklıydı. Pir Sultan Abdal, Kul Mustafa, Kul Mehmed, Ruhsatî, Âşık Kerem ve Garib‘in şiirlerini ezberletmek suretiyle Veysel’in kendisini önemli hissetmesini sağlamaya çalışıyordu.
Meşgale olması düşüncesiyle bir de saz aldı.
Veysel, günün çoğunu kendine yaren bellediği sazını tıngırdatarak geçirmeye başlayınca Ahmet Efendi, 10 yaşına gelen oğluna önce Molla Hüseyin’den ardından da Çamşıhlı Ali Ağa‘dan karın tokluğuna ders aldırdı.
Günler; günleri, aylar; ayları, yıllar da yılların peşine takılmış bir halde zaman içinde yitip giderken Veysel, her ne kadar göremese de yaşı gereği hayatın ne olduğunu daha iyi kavramıştı. Bunun sonucunda da artık hayatta nelerden mahrum kaldığının farkındaydı.
Kendisinden 4 ay önce, yaklaşık 2500 km Batı’da doğan Gavrilo Princip’in kıvılcımını çaktığı I. Dünya Savaşı başlamıştı.
Ardından da kendisinin doğumundan 4 ay önce asker olmaya yönelen Mustafa Kemal Paşa‘nın önderliğinde Kurtuluş Savaşı….
Çevresindekiler, kahramanlık türküleriyle ve dualarla cepheye yolcu edilirken Veysel, gazilik veya şehitlik mertebesinden mahrum kalacaktı.
Ağabeyi Ali de şehit olursa son örtüsü olsun diye, cepheye göğsüne konulan Türk bayrağıyla uğurlanmıştı.
Kendini eksik hisseden Veysel’in payına ise içinin ezilmesi kalmıştı.
Ruhsal çöküntü içindeki Veysel, askere gidememenin utancıyla kimsenin kendisini görmesini istemiyordu. Bu nedenle tüm sosyal ortamlardan uzaklaşmış, günün çoğunu bir armut ağacının altında acısını sazının tellerine yükleyerek geçirmeye başlamıştı.
Belli bir yaşa gelen Gülizar Hatun ile Ahmet Efendi’yi bir korku sardı; “Ya ölürlerse… Ya kendilerinden sonra ağabeyi Ali ile kardeşi Elif, Veysel’e bakmazsa…”
25 yaşına gelen Veysel’i bir an önce evlendirmeliydiler.
Akıllarında köyün en güzel kızı olan akrabalarının kızı Esma vardı.
Zaten görmeyen oğullarını evlendirmek için nazları akrabalarından başka kimseye geçmezdi.
Acımasından mı yoksa ailesine karşı gelemediğinden mi bilinmez…
Esma, Veysel ile evlenmeyi kabul etti.
Veysel, mutluydu…
Nasıl olmasın ki?
O yaşına kadar ilk kez kendini eksik hissetmemişti.
Biri kız, diğeri erkek olmak üzere iki çocukla kara dünyası aydınlanan Veysel, hayata dair ilk kez umutlanmış, yazgısının sandığı gibi o kadar da kara olmadığına inanmıştı.
Ne var ki Veysel’in kara yazgısının yazımı henüz bitmemişti.
Oğlu, henüz 10 günlükken annesinin memesinin ağzını tıkaması sonucu hayatını kaybetti.
Aile kayıpları, 1921’de annesi Gülizar Hatun, ondan 8 ay sonra ise babası Ahmet Efendi’nin vefatıyla devam etti.
Acılar, acılar, acılar…
Veysel, annesinin ve babasının koruyuculuğundan yoksun kalmıştı.
Cepheden döndükten sonra evlenip bir çocuk sahibi olan ağabeyi Ali’nin teklifiyle iki aile bir arada yaşamaya başlasa da Veysel, işe yarayabileceğini göstererek bağ işlerinde çalıştı.
Ağabeyi Ali’nin çocuklara bakması için tuttuğu, azap, daha önce yaşadıkları yetmezmiş gibi Veysel’e yeni bir azap daha yaşattı.
Esma, 8 yıllık evliliğin ardından Veysel’i 6 aylık kızıyla baş başa bırakıp azapla kaçtı.
Veysel’in gözleri görmüyor olabilirdi. Ne var ki bu yetisinin eksik olması hislerini ziyadesiyle kuvvetli kılmıştı.
Esma ile azap arasındaki yakınlaşmayı hisseden Veysel, kaçacaklarını anlamış, kendisini ve kızlarını terk eden eşinin çorabının içine bıraktığı bir miktar paranın sarılı olduğu kağıda şöyle bir not yazmıştı; “Al, bu para ananın ak sütü gibi helal olsun. Gittiğin yerde kendini ezdirme. Bir de güzelliğin on par’etmez, bu bendeki aşk olmasa…”